Sykes-Picot'tan Google Maps'e: Ortadoğu'da Harita Savaşları

Suriye'deki gelişmeleri dijital haritalar üzerinden takip etmek yerine, asıl mesele Esad rejimi ve arkasındaki emperyalist düzenin sona erdirilmesidir. Dijital haritalar sadece fiziksel sınırları yansıtır; asıl sorun, bu haritaları şekillendiren ideolojik güçlerin ortadan kaldırılması ve halkların özgürlüğünü güvence altına alacak adil bir düzenin kurulmasıdır.

Reklam
Reklam

Sykes-Picot’tan Google Maps’e:
Ortadoğu’da Harita Savaşları

Dr. Muhammed Ersin TOY / Medya Stratejisti

27 Kasım'dan itibaren Suriye'de meydana gelen gelişmeleri, Google Maps haritaları ve sosyal medya platformlarında paylaşılan dijital haritalar üzerinden takip ediyoruz. Ancak, Suriye’de haritaların değişmesinden çok daha önemli bir mesele vardır: Bu da Zalim Esad rejimi ve bu rejimin ardındaki emperyalist ve siyonist düzenin yıkılmasıdır. Dijital haritalar, sadece cetvelle çizilen haritaların modern versiyonlarından ibaret olup, asıl sorun, bu haritaları şekillendiren ve bölge halklarını yıllardır baskı altında tutan ideolojik ve siyasi güçlerin ortadan kaldırılmasıdır.

Ortadoğu, insanlık tarihinin en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış, kültürel çeşitliliği ve stratejik önemiyle her zaman küresel güçlerin ve dinlerin odağı olmuştur. Ancak bu zengin miras, aynı zamanda bölge halklarının dış müdahalelerle şekillendirilmeye çalışıldığı, istikrarsızlık ve çatışmaların merkezi haline gelmiştir. Bölgenin petrol ve doğal gaz gibi zengin kaynakları, Avrupa, Asya ve Afrika arasında bir köprü görevi görmesi ve dini merkezlere ev sahipliği yapması, küresel güçlerin Ortadoğu’ya ilgisini artırmıştır.
1800’lerin sonlarından itibaren Ortadoğu haritasını masa başında cetvellerle çizmeye çalışan emperyalistler, bu emellerini 1916’da somutlaştırmışlardır. Sykes-Picot Anlaşması, dış müdahalelerin en açık ve etkili örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını yapay sınırlarla böldüklerinde, Batılı çıkarlar önceliklendirilmiş, halkların iradesi yok sayılmıştır. Sykes-Picot Anlaşması yalnızca bölgesel sınırların fiziksel olarak yeniden çizilmesiyle kalmamış, aynı zamanda Ortadoğu’nun sosyopolitik yapısını ve demografisini de köklü bir şekilde değiştirmiştir. Özellikle Filistin topraklarında bir Siyonist devletin kurulması için zemin hazırlanmış, bu süreç yerel halkların haklarının ve kültürel bağlarının yok sayıldığı bir yeniden yapılandırmayı beraberinde getirmiştir. Anlaşmayı takip eden Paris Barış Konferansı (1919), San Remo Konferansı (1920) ve Kahire Konferansı (1921) gibi uluslararası toplantılar, Batılı güçlerin bölgedeki çıkarlarını korumak için kullandığı mekanizmalar haline gelmiştir. Bu toplantılarda manda rejimleri oluşturulmuş, yerel halkların bağımsızlık talepleri ise sistematik olarak bastırılmıştır.
Batılı emperyalistlerin Ortadoğu üzerindeki 100 yıllık planları, her 10 yılda bir güncellenerek yeni sınırların çizilmesi yoluyla hayata geçirilmiştir. Bu süreçte, İsrail’in bölge halklarından "korunması" bahanesiyle Batı’nın bölge üzerindeki kontrolünü pekiştirme ve haritaları bir hegemonya aracı olarak kullanma hedefi güdülmüştür. Bugün, Suriye’deki iç savaşın 13. yılına girmesiyle bu harita savaşlarının yansımalarını net bir şekilde görmekteyiz. Fransa’nın manda yönetiminde Suriye’deki sosyopolitik dinamikler kendi çıkarlarına göre manipüle edilmiş, azınlık grup olan Nusayriler bürokrasinin ve ordunun zirvesine yerleştirilirken, Sünni Müslüman çoğunluk sistemin dışına itilmiştir. Bu politikalar, ülkenin iç dinamiklerini parçalayarak bugünkü iç savaşın fitilini ateşlemiş ve istikrarsızlık ortamını beslemiştir. Bugün yaşanan insani trajediler ve siyasi krizler, bir asır önce masa başında çizilen yapay sınırların doğrudan bir sonucudur. Fransızların manda yönetimi altında kurduğu bu sistem, Suriye’de 500 binden fazla masum insanın hayatını kaybetmesine ve 13 yıldır süren fiili istikrarsızlığa yol açmıştır.
Suriye’de sınırların yeniden çizilmesi üzerine devam eden tartışmalar, yalnızca fiziksel sınırların değil, bu sınırları belirleyen tarihsel, ideolojik ve politik temellerin de yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Asıl mesele, sınırların şekli değil, bu sınırları oluşturan ideolojilerin ve çıkar odaklı politikaların sorgulanmasıdır. Haritaların arkasında yatan güç dengeleri ve emperyalist müdahaleler analiz edilmeden yapılan her tartışma, yalnızca yeni bir harita mühendisliğine zemin hazırlayacaktır. Suriye'deki %15 civarındaki Nusayri grubun %85 Sünni grubunu yönetmesi ve buna bağlı yaşanan problemlerin açıkça tartışılmaması, Esad rejimi yıkılsa bile, emperyalistler tarafından yeni bir azınlık grubunun ikame edilmesine yol açabilir.

Dijital Çağda Sınır Mühendisliği ve Algı Yönetimi
Dijital çağ, sınır mühendisliğine karşı yeni meydan okumalar sunmaktadır. Günümüzde, bir Suriyeli çocuk, elindeki telefonla cetvelle çizilmiş bu sınırları dijital ağlarda paramparça edebilir ve yeni sınırlar icat edebilir. Haritalar, artık yalnızca fiziksel bir gerçeklik olmanın ötesine geçerek, manipülasyon ve algı yönetimi için güçlü bir araç haline gelmiştir. Ancak bu dijital haritalar üzerinden Suriye’yi anlamaya çalışmak, bölgenin asıl sorunlarını görmemize engel olur ve gerçek çözüm yollarını göz ardı etmemize neden olur.
Dijital haritalar ve sosyal medya platformları, sahadaki gelişmeleri çoğu zaman abartılı ya da eksik yansıtarak manipülatif bir çerçeve sunmaktadır. Sürekli değişen harita çizgileri, halkların kaderini belirleyen yanıltıcı bir illüzyon yaratır. Bu durum, uluslararası kamuoyunun dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırarak dijital manevraların etkisine açık hale getirir. Özellikle Suriye gibi hassas çatışma bölgelerinde, bu manipülasyonlar ayrışmayı derinleştirir ve çatışmaların çözümünü zorlaştırır.
Dijital çağın sunduğu yeni araçlar, çatışmaları anlamak ve çözmek için alternatif bir gerçeklik algısı yaratmaktadır. Ancak bu algı, manipülasyona açık bir zemin üzerinde gerçekliği çarpıtarak kafa karıştırıcı bir sahte gerçeklik, yani hipergerçeklik yaratmaktadır. Örneğin, 27 Kasım 2024’te Suriye’nin Halep ve Hama bölgelerinde muhaliflerin başlattığı operasyonlar, dünya genelinde Instagram hikayeleri, X (eski Twitter) gönderileri ve Google Maps gibi dijital platformlar üzerinden takip edilerek hipergerçekliğin bir parçası haline gelmiştir. Ancak bu platformlar, sahadaki insani trajedileri ve siyasi gerçeklikleri gölgede bırakarak yalnızca yanıltıcı bir algı yaratmaktadır.
Suriye’de asıl mesele, Esad rejimiyle birlikte emperyalist tezgahın yıkılmasıdır. Harita meseleleri, bu temel sorunun önüne geçmemeli, asıl çözüm halkın özgürlüğü ve adaletin sağlanması olmalıdır. Suriye’yi farklı harita taslaklarıyla bölünmüş bir şekilde sunmak ve haritalar üzerinden analiz yapmak, yeni bir algı mühendisliğinin ürünüdür. Bu tür manipülatif anlatılar, çatışmaların özünü kavramaktan uzak bir yaklaşımı temsil eder. Haritaların sürekli değişen çizgileri, gerçek bir çözüm sunmaktan ziyade bölgesel ayrışmayı ve uluslararası kamuoyunda yanıltıcı algıları besler. Oysa Suriye’deki insani ve siyasi krizler, yalnızca dijital manipülasyonlarla oluşturulan hipergerçeklik düzleminde ele alınarak çözülemez.
Suriye’nin Geleceği: Adil ve Kalıcı Bir Çözüm
Eğer Suriye, gerçekten Suriyelilerin vatanı olarak kalacaksa, öncelikli mesele haritaların yeniden çizilmesi değil, yıllardır halkına zulmeden Esad rejiminin sona erdirilmesi ve adil bir düzenin kurulmasıdır. Dış güçlerin bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirme çabalarına karşı direnç göstermek, Suriye’nin geleceği için kritik bir öneme sahiptir. Adil bir düzenin inşası yalnızca fiziksel sınırların ötesinde, ideolojik ve politik bir dönüşümle mümkün olacaktır. Bu dönüşüm, dayatılan yapay sınırların parçalanmasını ve halkların tarihsel bağlarını merkeze alarak, halkların özgürlüklerini güvence altına alacak bir düzenin kurulmasını zorunlu kılmaktadır.
Suriye’nin, 100 yıl önce olduğu gibi yeniden parçalara ayrılması kabul edilemez. Halep halkı, Suriye’nin tamamının gerçek sahibi olarak ulusal birliği savunmalı ve bu birliği korumalıdır. Haritaları parçalayarak bir kısmını YPG’ye, bir kısmını Rusya’ya, bir kısmını Nusayrilere veya başka güçlere tahsis etmek, ne insani ne de siyasi açıdan kalıcı bir çözüm sunabilir. Suriye’nin bütünlüğü, yalnızca bölgesel barışın değil, küresel istikrarın da temel taşlarındandır. Bu nedenle, Suriye’nin toprak bütünlüğü Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları kadar önemli bir önceliktir. Türkiye, tarihsel ve bölgesel sorumluluğunun bilinciyle, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunmakta ve bölgedeki istikrarı sağlamak için çaba göstermektedir. Bu, yalnızca jeopolitik bir gereklilik değil, aynı zamanda bölge halklarının ortak kaderini koruma adına bir sorumluluktur.
2011’den bu yana Halep’in nüfusunun üçte ikisi, 13 yıldır evlerinden uzakta yaşamaktadır. Benzer şekilde, Suriye halkının yarısından fazlası, zalim bir rejim altında yaşam mücadelesi vermektedir. Bu trajedi, sadece Halep’in değil, tüm Suriye’nin yaşadığı büyük insani krizin bir parçasıdır. Eğer bu trajediyi, yalnızca Google Maps’te değişen haritalar üzerinden unutursak, yakın gelecekte yeni bir harita krizinin ortaya çıkacağını kabul etmemiz gerekmektedir.
Ne yazık ki, Filistin meselesinde olduğu gibi, Suriye’nin kaderine dair uluslararası toplumun duyarsızlığı ve Esad’ın kimyasal silah kullanımına karşı alınan tavırsızlık, bölgedeki trajedinin devam etmesine zemin hazırlamaktadır. Türkiye dışında hiçbir güç, Suriye’deki insani krizi çözmeye yönelik anlamlı bir adım atmamaktadır. Uluslararası toplumun büyük bir bölümü, Suriye’deki zulme kayıtsız kalarak dolaylı yoldan bu krizin derinleşmesine katkıda bulunmaktadır. Bu durum, Suriye halkını yalnızca baskıcı bir rejimin değil, aynı zamanda uluslararası duyarsızlığın yükünü taşımaya mecbur bırakmıştır.
Bugün, bölgedeki haritalar değişse de, Suriyelilerin yanında durmanın anlamı yalnızca fiziksel sınırların ötesinde, insani değerler ve tarihsel bağlar temelinde şekillenmektedir. Türkiye, bu bağlamda sadece sınırların değil, 1000 yılı aşkın bir süredir birlikte yaşadığı kardeş halkların hak ve özgürlüklerinin yanında durmayı tercih etmektedir. Bu duruş, Türkiye’nin tarihsel sorumluluğunun ve insani krizlere yönelik çözüm odaklı yaklaşımının en somut göstergesidir. Türkiye’nin bu pozisyonu, yalnızca bölgesel bir liderlik değil, aynı zamanda adaletin ve insani değerlerin savunulmasında örnek bir duruş teşkil etmektedir.

Hak ve Adalet Temelli Bir Gelecek
Ortadoğu’nun geleceği, haritaların yeniden çizilmesinden değil, halkların haklarının, özgürlüklerinin ve insani değerlerinin merkeze alındığı bir düzenin inşasından geçmektedir. Bu gerçeği, Üstad Sezai Karakoç’un şu sözleri güçlü bir şekilde vurgulamaktadır: "Hatay Suriyelilerindir. Diyarbakır, Konya, İstanbul Suriyelilerindir. Tıpkı Halep’in, Şam’ın bizim şehirlerimiz olduğu gibi." Bu anlayış, halkların kardeşlik temelinde birleşmesini ve dayatılan yapay sınırların parçalanmasını gerektirir. Emperyalist ve sömürgeci güçlerin Ortadoğu üzerindeki çıkarlarının sona ermesi, kalıcı barışın önündeki en büyük engelin kaldırılması anlamına gelecektir. Türkiye, bu süreçte vicdan rehberi olarak üstleneceği rol sayesinde yalnızca bölgesel barışa değil, küresel adalete de önemli katkılarda bulunabilir.